
Soğuk, kapının eşiğinde duruyordu.
İçeri girmedi.
Camların ardında bekledi; içeride kıştan
daha ağır bir şey vardı: düşünce.
Salon, bir spor salonu olmaktan çıkmıştı.
Zemin, kare kare bölünmüş bir akla
benziyordu.
Her kare bir soru,her soru bir çocuktu.
Doksan üç çocuk vardı.
Bazıları tek başına üç kişiydi; biri korku,biri cesaret, biri henüz adını bilmediği şey.
Masalara oturduklarında sandalyeler biraz alçaldı, çocuklar biraz büyüdü.
Zaman,hamleler arasında inceldi;bir saniye, bir ömür sürdü.
Taşlar suskundu, konuşuyorlardı.
Bir fil, çocuğun kulağına“dolambaçlı düşün” dedi.
Bir at,“düz gitme, hayat öyle değil” diye öğütledi.
Piyonlar en sessizleriydi; çünkü onlar dönüşmeyi biliyordu.
Çocuklar taşlara dokunduğunda elleri değil, düşünceleri konuştu.
Nefeslerini sakladılar;çünkü yanlış bir
soluk,bütün oyunu bitirebilirdi.
Ter, alınlardan değil,kararlarından süzüldü.
Geri alınmayan bir hamle yapıldı hayatta olduğu gibi.
Kimisi parmaklarını taşların üzerinde
gezdirdi.
Dokundu, vazgeçti, yeniden dokundu.
Orada, tereddüdün tam ortasında çocukluk çatladı ve içinden erken bir olgunluk sızdı.
Bir masada saçları omuzlarına düşen bir kız çocuğu zamanı bekliyordu.
Rakibi değil.
Zamanı.
Hamle geldiğinde taşı değil,kaderini
düzeltti.
Başını eğdi; bir kabulleniş değil
bir dengeydi belli ki.
Gülümsediler.
Çünkü bazen oyun, kazanmaktan daha
önemliydi.
Centilmenlik görünmezdi ama oradaydı.
Boş bir kare gibi.
Kimse üzerine basmadı ama herkes
etrafından dolaştı.
Kazanan çocuklar sevinmediler hemen.
Önce şaşırdılar.
“Ben miyim?” dediler içlerinden.
Gülümsemeleri kendilerine yabancıydı.
Kaybedenler göz göze geldi.
Zemin onlara “bu da geçer” dedi
ama henüz inanmadılar.
Haksızlık, küçük bir gölge gibi düştü
içlerine.
Büyümeye hazırdı.
“Bu doğruydu,” dedi biri.
Aslında şunu diyordu: “Ben doğruydum.”
Hakemin önünde duran çocuk taşını değil,
varlığını savundu.
Kurallar, bir anlığına hayata benzemeye başladı.
Anne babalar arka sıralarda oturuyordu
ama geçmişleri öndeydi.
Her bakışta uykusuz geceler, yarım kalmış
düşler ve fedakârlıklar dolaştı.
Kimi gözlerini kaçırdı; gözyaşları,
çocuğa bulaşmasın istedi.
Kimi konuştu; susmak
yenilgi gibi geldi.
Yetişkinlik, çocukluğun omzuna eğildi
ve ne diyeceğini bilemedi.
Hakemler dolaşıyordu.
Cüppeleri yoktu ama vicdanları ağırdı.
Her karar, bir çocuğun iç haritasına
yeni bir hat çekti.
Doğru, her zaman adil görünmedi.
Ancak kosmos, kaostan daha öğreticiydi.
Seksen santimetrelik masanın üzerinde satranç tahtasının bir karesiyle bir evrene dönüştü.
Otuz iki taş, hayatın sadeleştirilmiş hâliydi.
Siyah ve beyaz aslında birbirine karşıydı
ama aynı mekânı paylaşıyordu.
Dışarıya gece çöktü.
İçeride çocuklar biraz daha yukarı çıktı.
Turnuva bittiğinde taşlar kutularına döndü
ama düşünceler dönmedi.
Bazıları hâlâ bir hamlenin içinde takılı
kaldı.
Bazıları için bu bir zaferdi, bazıları için ilk
büyük kırılma bazıları içinse “bir dahaki
sefere”nin tohumu.
Soğuk hâlâ kapıdaydı.
Ama artık içeri giremezdi.
Çünkü içeride çocuklar büyümüştü.
|
|
||
|