|
|||
![]() |
“Şehir’dir adım; kimlik alır, kimlik veririm.” | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Başını kaldırdı ve masmavi göğün derinliklerine açılan kapıdan içeri süzüldü. İçindeki endişeyi kendinden saklamadı. Sağından ve solundan akan renk nehirlerinde yüzen masmavi harflere baktı. Köpükten duvarlar ve kelebek kanatlarından tavanlar ile billur avizelerde kırılan nazenin cennetinden bir tutam aldı. Meleklere dokunurcasına yaklaştığı ve kana kana ciğerlerine çektiği gerçekten gök mavisi miydi? Arzın göğsünü yaran ve dağını tepesini traşlayan parselciler mavinin genetiğine de bir yol bulup sokulmuşlar mıydı?
…
Dudaklarındaki melül ıslığa Mahzuni Şerif’ten ‘Böyle parsel parsel bölünmüş dünya, Bir dikili taştan gayrı nem kaldı’ notalarını yükleyerek sıvası dökülmüş, Genç tuğlasından duvarları haylaz çocuklar misali sırıtan binanın köşesinden sokağı döndü.
Aldous Huxley’i hatırlayarak, ‘Cesur Yeni Dünya’ dedikleri bu muydu diye iç geçirdi. Rangarenk ışıklı levhalar, yağlı boya tabelalar, kocaman camlardan sahte ışıklarla vitrinler, cıvık cıvık renkler, birbirine karışmış sesler, trafik uğultusu, tıkış tıkış cafeler, çatılar, antenler, sosyal medya müdavimleri, mağlup ordular gibi geri çekilen yeşil alanlar, cep telefonlarında kimlik bulan kalabalıklar…
‘Her gün aynı renk ve aynı ses curcunasını yaşamaktan beyni sulanan insan, şehrin hangi çizgilerini taşıyacaktı yarınlara’ dedi arza her temas ettiğinde.
Omuz omuza esnafı, mütebessim zanaatkarı, amelesi, ırgatı, talebesi, muallimi, yaşlısı ve çocukları ile neredeydi bu şehir? Fast foodlara yumulmuş, paket servislere kulak kabartmış, temassız ödemelerle çağ atlamış, gözü kapalı, kalbi kapalı, bulvarlarda amaçsızca yürüyordu şehir.
Durdu bir an. Akılcılıktan gerçekçiliğe uzanan gerilim hattındaki tahayyülat durağının acı kaderini, yaman çelişkisini gözledi.
Hani şehirler insan ile abad olunan mekanlardı. ‘Hani şehirler de insanları ve mekanlarıyla yaşardı’. (Kahire Kitabı/F.Okumuş). Hani medenilik buralardan sorulurdu. Hani buraların insanı ayrı düşünce ve kanaatleri ile şehrin etrafında yüzen gezegenler gibiydi. Hani her gezegen ayrı bir konu, ayrı bir imkan, ayrı bir saadet vesilesiydi. Oysa kolları ve kanatları kırılmıştı bu insanların. Alfabelerindeki harflerin dişlileri birer birer kırılıp atılmış, kelimesiz kalmış, sessiz filmlere dönüşmüş birer zavallıydılar şimdi.
Binbir gece masalları bir gecelik komediye dönüşmüştü. Ne müsademe-i efkardan ne de barika-i hakikatten eser kalmıştı. Estetik kaygılar, görünürlük ve cerrahi müdahale kıskacında pre-robot bir dönem yaşanıyordu. Parmak uçları ayrı olsa da kaşları, burunları, çeneleri, yanakları, saçları, basenleri ile aynı tornadan çıkmış robotumsular çoğalıyordu.
Puslu ve uğultulu bir zihin koridorundaki yorgun adımlarından sonra gözbebeklerinde büyüyen bir çığlığa açıldı mavi ve serin kapılar yeniden.
Şehrin esvabını çalmışlar da onun için çıplaktı cümle alem. Şehrin ahlakını çalmışlar da onun için birbirine yabancılaşmıştı tüm insanlar. Şehrin aklını çalmışlar da onun için tüm ağızlarda tekdüze kelimeler. Şehrin rengini çalmışlar da onun için koyu gri akıyordu çaylar, dereler. Şehrin mezarlıklarını çalmışlar da onun için kanalizasyonlardan ve rögar kapaklarından iskeletler taşıyordu. Neredeydi yeşil deryası ormanlar, neredeydi mitolojik senfoni cümle kuşlar…
Damarları kesilmiş bir vücut gibi debeleniyordu şehir. Ölüm hırıltısı duyuluyordu dört bir yandan. Bir kaya kütlesi gibi omuzlarında taşıdığı başı istikametsiz bir şekilde sağa sola sürükleniyordu. Gürül gürül akan çarşı pazara hangi meymenetsizin eli değmişti. Helvacısı, nalbantı, hasırcısı, semercisi, çerçisi, ayakkabı tamircisi, radyocusu neredeydi?
Kim dikmişti bu akasyaları kaldırımların bağrına? Ölümü çağrıştıran bu ağacın tarihimizle bağı neydi? Ne olmuştu güllere, serin gölgeli söğütlere, hanımeli çiçeklerine?
Değil yumuşaklığı ile huysuz yanlarımızı içine çekerek bizleri rahatlatan yumuşak toprak, kösele ayakkabıların altında cızırdayan kum taneciklerine dahi hasrettik şimdi.
Bir eli cebinde diğeri serbest piyasa misali dolaştı durdu sokakları, caddeleri, mahalleleri. Saydı birer birer azalanları ve çoğalanları. Ekledi olmadı, çıkardı dolmadı. Ufukları ufuklara uladı tutmadı.
Korkuları ve endişeleri selam ile gideren bakışlar neredeydi? Yeşile, bahçeye, aileye, toplumsallığa vurgunun bilinçli bir ifadesi olan ‘Bahçelievler’ neredeydi? Kurdun, kuşun, börtü, böceğin, çağa çocuğun doya doya kandığı çeşmeleri kim söküp atmış, Metan yaylalarının serinliğini sokaklarımıza buyur eden suları kim kurutmuş, zincirlere bağlı teneke tasları (Erzurum Yolculuğu/A. Puşkin) kim koparmış, Dengbejleri DJ’lerle kim değişmişti?
Kiraz çiçeklerinden rozetler yapan delikanlılar neredeydi? Kirazı küpe gibi kulaklarında taşıyan al yanaklı kızlarımızın yazmaları ne yana düşmüştü?
Bütün yolların kendilerine çıktığı mabetler hangi AVM’nin gölgesinde melül ve tenhaydı şimdi?
Mahalle düğünleri, Ramazan davulları, iftar topları, komşuluklar, bir tas çorba ikramları, ikindi çayları, hemşehrilikler, kirvelikler, mahalle arkadaşlıkları ne olmuştu?
Yatay mimariden dikey mimariye geçiş psiko-sosyal yapımızı bozmuş da boyu kısa emeli uzun adamlar mı tünemişti şehrin burçlarına. İyi adamlar güzel atlarına binip gitmişler de yetim ve öksüz mü kalmıştı şehir.
Tebessüm isimli Hızır sadakası çekildiğinden beru huzurdan yüzlerdeki merhamet isimli buseler, rahmet mimikleri adına ne varsa tükenmiş, donup kalmıştı sima coğrafyaları.
Oysa tek tipleştirmenin her türlüsü bozgunculuktu. Din, eğitim, mimari, sanat, şehir, sokak, ev, oda, divan asla tekleştirilmemeliydi. Tek tipleştirme geometrik düşünmenin sonlandırılmasıydı. Geometri bilmeyenlerin alınmadığı mekanlardan ‘geometrik düşünceye yasak’ menziline varmış olmak ne acı. Şimdi ancak evren havuzuna akan çokluk ırmakları yıkar ve paklardı bizi.
Çünkü şehrin mayasında insan vardı. İnsan emeği ile imar olmuş, ömre dönüşmüştü etraf. Altın sarısı buğday ekinleri misali bire yedi veren münbit bir tarlaydı şehir. Kendi mendereslerini çizip kaderinin kıvamını buldukça şehir; isimleri, bahçeleri, sokakları, kuyuları, kemerleri, kapıları, kaleleri, bentleri, mabetleri, meydanları, külliyeleri, mektepleri ile bir kimlik sahibi olunca bu kez kimlik vermeye başlamıştı şehir. Şiirlerin, hikayelerin, romanların, manilerin ilham kaynağı olmuştu. En kaliteli öyküler şehrin gölgesinde yazılmış, en içli türküler şehir yollarında söylenmişti. Düşünen insanlar şehirde yetişmiş, sorular şehirde gürbüzleşmiş, kalem hokkaya şehirde vasıl olmuş, asırlara ışık olan eserler şehirde yazılmıştı.
İyiliğin ve iyilerin süreklilik kazandığı, geçmişle geleceğin iç içe yaşayıp dinamik ideallerle yakın tutulduğu münbit mekanlardı şehirler.
Mekanı kadim kelimeler ile mayalayan insanın sonra dönüp mayalanmak için mekan tuttuğu ve kollarında emip emip büyüdüğü, aklın ayak izleridir şehirler... |
|||
Etiketler: “Şehir’dir, adım;, kimlik, alır,, kimlik, veririm.”, , |
|