|
|||
![]() |
|||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Yerel bir gazetede mezun olduğum lise binasının yıkım haberini okuduğumda ‘şehir, medeniyet, insan, hatıra…” gibi onlarca başlık hızlıca aktı zihnimden. Aslında ‘aktı’ yerine, heyelan misali yukarıdan aşağıya ne varsa silip süpürdü ve geriye hiçbir hatıra bırakmaksızın bir moloz yığınına dönüştürdü desem daha doğru olacak…
Üniversitenin birinci sınıfında ‘Çevre Sorunları’ isimli bir dersimiz, alanına hakim ve pek nüktedan bir de hocamız vardı. En sıkıcı, en teknik mevzularda bile espri yüklü bir anekdotla dikkatleri canlı tutmayı bilir, farklı yöntemler ile öğrenci zihnini beslemeyi başarırdı.
İtiraf etmeliyim ki; şehirde yolların genişliğini, kaldırımların yüksekliğini, kaldırımlardaki ağaçların türlerini, çöplerin farklı yollarla imha edilmesi veya dönüşüm süreçlerini, çöplükten metan gazı üretimini, egzoz dumanlarının bitkiye verdiği zararları ve ağaç köklerinin kaldırım döşemelerini kabartması gibi birçok konuyu hocamızdan öğrenmiştim.
Yine böyle bir derste hocamın paylaştığı bir ifade ‘şehir tarihi’ üzerine okumalarıma yepyeni bir boyut katmıştı.
‘Avrupa’da öyle sokaklar ve caddeler var ki, yaklaşık 200 yıldır bir çivi dahi çakılmamıştır.’ diyordu hocamız.
Bu cümle, düşünce dünyamda bir kandil misali etrafı aydınlatan şehirlere dair tamamlayıcı, destekleyici bir cümleydi. İnsan ve şehir arasındaki simbiyotik münasebet son derece başarılı bir ibare ile önüme konmuştu.
İnsan şehirler imar ederken, şehirler de insanı evirip çeviriyor, bir halden bir hale dönüştürüyordu. İnsanın kalitesi şehre; şehrin gizemi, hafızası ve muhabbeti de insana yansıyordu.
İnsan ne kadar güçlü ve kalıcı hamlelerle imar işini derinleştirse şehir öylesine gür ve gümrah bir sosyolojiye dönüşüyordu. Şehir ne kadar güçlü dinamiklerle inşa edilmişse bu şehrin çocukları da öylesine karakterli, sorumluluk bilinci gelişmiş, renkli kişilikler, bilge insanlar oluyorlardı.
Mesela, “geleceğin geçmişe borcu var” diyen Mimar Sinan, kemal yolculuğunda mesafeler kat etmiş bir şehrin çocuğu olarak büyüyüp yetiştiği sokaklara vefa borcunu ödüyordu. Başmimar sıfatıyla yaptığı camiler, külliyeler, köprüler, su yolları ve medreseler Osmanlı klasik döneminin mimarideki önemli yansımalarıydı. Ve elbette Mimar Sinan’ın mimaride ulaştığı ve kendisini farklı kılan "tek kubbe altında merkezi plan" anlayışı, şehrin sosyo-ekonomik ve entelektüel düzeyinin ürünüydü.
Ya da İbni Sina. Işıl ışıl parlayan bir medeniyetin fiziksel ve sosyal mimarisinin topluma felah sunduğu gelişmişlik düzeyi ile ‘şah’ eserler sunmuştu. Tıp, felsefe, mantık, matematik ve doğa bilimlerinin evrensel ismi olarak parlayan İbni Sina’nın ürünleri, bireysel dehasının yanı sıra yaşadığı şehrin eğitim düzeyi, kurumsal yapılanması ve kültürel refahıyla da doğrudan ilişkiliydi.
Bu olgu, sosyoloji ve fizik ilimlerinin kesişerek birer klasiğe dönüşen dönütler sunduğu genel geçer bir kuraldı. Yüce kitabın tanımıyla ‘Hürmetler karşılıklı’ idi. İnsan mekana dokunacak mekan da insana; insan mekanı aziz bilecek mekan da insanı aziz kılacaktı.
İşte örneğimizde olduğu gibi yaklaşık iki yüzyıl tek bir çivinin çakılmadığı sokaklar ve caddeler bu kozmik düzenin uzamı olacaktı. Buralardaki sükûnet iklimi ruhları okşayacak, yüzyılların gecesini ve gündüzünü koynunda saklayan, sıcağını ve soğuğunu emen yapıların vakur gölgesi akıllar inşa edecek, buralarda büyüyen zihinler bir tarih bilinci ve aidiyet duygusuyla özgün dönütler sunacaktı.
Bu noktadan tekrar yıkımı yapılan liseye ait haberlere dönersek;
1985-86 eğitim öğretim yılında hizmete giren bina herhangi bir mimari karakteri veya yapısal zenginliği ile öne çıkmayan sıradan bir projeydi. Ama yaklaşık kırk yıllık geçmişi ile beton duvarlarına sevgi, fedakarlık, dostluk, kardeşlik, bilgi, irfan, paylaşım gibi değerler ile görünmeyen sayısız portreler, nadide gravürler, amatör eskizler çizilmişti.
Nice ilmi tartışmanın, felsefe sohbetinin, sanat ve edebiyat münazarasının ve akademik muhabbetin, bahçesinde, sınıflarında ve koridorlarında hayat bulduğu bu yapı yıkılıyordu.
Şairin dediği gibi ‘her nesnenin bir bitimi var’dı. Ve ecel misali saati geldiğinde kurallara boyun eğecekti.
Yıpranmış, yetersiz ve depreme dayanıklı değil diye yapılan yıkımların elbette haklı yönleri vardı. Ama bu doğrunun bir de yanlış tarafı vardı.
İşte beni kahreden, yukarıda konuştuğumuz üzere, şehir ve insan münasebetinin kaliteli insana ve kalıcı maddi ürünlere dönüşememesi, kültürel mirasa dönüşecek eserler sunulamaması ve şehrin tarihi dokusunun, otantik karakterinin korunamaması idi.
Manuel Castells’in ‘mekansal parçalanma’ kavramsallaştırması üzerinden baktığımızda, şehir birbirinden kopuk, ilgisiz ve yabancı yapılar topluluğuna dönüşüyordu. Mekânsal yapılanmanın yabancılaştıran formasyonu ya da müteahhit habitusu, şehrin tarihine 'derin aidiyetsizlik' sadedinde dramatik sayfalar ekliyordu.
Olaya zygmunt Bauman’ın ‘akışkan kimlik’ kavramsallaştırması ile baktığımızda ise şehir ve insan arasındaki ontolojik münasebet, toplumsal hafızaya indirilen öldürücü darbelerle sürekli bir belirsizlik yaşıyordu.
Başka dünyalarda iki yüzyıl yaşayan ve bir çivi dahi çakılmayan eserler mottosuna buradan baktığımızda iki husus öne çıkıyor:
Birincisi: etrafa farklı isimlerle diktiğimiz yapılara ruhumuzdan üfleyemiyoruz. Ruh üflemekten kastım, öncelikle yapının amacına uygun bir estetik ile öne çıkan özgünlüğüdür. Örften beslenen imar kabiliyetinin şehrin çocuklarını kendine hayran bırakması, şehrin çocuklarının kendilerini o yapıyla özdeşleştirmeleridir. Yine bunun yanında zamanın yapı tekniğinin maksimum düzeyde kullanılarak kalıcı eserlere dönüştürülebilmesidir.
İkincisi: maddi kültürel varlıklar, önünden geçenler için birer ilham kaynağı, öğrenim materyali ve bilinç dinamiğidirler. Bir şehirde üst üste üç nesil aynı maddi kültürel varlığa ait hatıralara sahip olamamışsa, üç nesil aynı varlığın önünde bir anıya ya da bir fotoğrafa sahip değilse o şehirde insan ve mekan diyalektiğinde sıkıntı var demektir.
Düşünün ki, Allah uzun ömür verir de yaşarsam, değil torunuma çocuğuma dahi ‘burası mezun olduğum lise’ diyemeyeceğim. Sözlü aktarımlarımı somut bir değer ile birleştirip ifadeyi güçlendiremeyeceğim.
Ve maalesef, mekanla kesilen tarih ilişkimiz, nesille kesilen kültür ilişkisine; şehrin insanındaki maluliyet yekunu, insanın şehrindeki kusurlar sepetine dönüşecektir…
Önceki yıllarda, yaşadığım mahalledeki fütursuz yıkımları içim acıyarak izlemiş ve ‘Yıkın Efendiler, Yıkın!’ isimli bir yazı ile meramımı kaleme almıştım.
Evet. Böğüren makinalar daha da büyüyerek ne varsa yıkıp geçmeye devam ediyor. Beton kalpli adamlar bizleri betondan mekanlara tıkmak için biteviye çalışıyor.
Evet efendiler! Bu arsalar, bu araziler sizin. Dağ, taş; ova bayır sizin. Bürokrasi sizin, mevzuat sizin, sermaye sizin.
Pencerelerinden içeriye bin türlü çiçek kokusunun yayıldığı bahçeli evlerindeki sükûneti bırakıp çok katlı beton yapılara koşan zavallı insanlar da sizin.
Siz toplumu demir ve çimentoya boğdukça şehirlerin ruhaniyeti bizden uzaklaşıyor.
Siz site aldatmacası ile insanları kutucuklara tıktıkça insanın asaleti, mükerrem ve muhterem yanları bizden uzaklaşıyor.
Siz yakın pencereler inşa ettikçe mahremiyetin örtüsü parça parça oluyor.
Siyasa yapıcılarının ve sahadaki adamlarının betonla imtihanı ‘otoriteryan, oportünist ve anamalcı’ kulvarda sürdükçe ne bu şehir kaliteli insanlara mektep olabilir, ne de bu şehrin insanı hukuk gözeten vasıfları ile bir Habitus yaratabilir. |
|||
Etiketler: , |
|